• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/halilakpinar
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=05056611119
  • https://www.twitter.com/halilakpinar
  • https://www.instagram.com/halilakpinar1453
  • https://www.youtube.com/channel/UCz-evvQhDvbJLw5bg_A8P1Q
Üyelik Girişi
MUHTEVA
Site Haritası

Custom Search

ŞEHİT BİYOGRAFİLERİ

Prof. Dr. Necmettin Erbakan

               Sultan II. Abdulhamid’ten sonra, küresel ölçekte İslam’ın neşvünema bulması için mücahede eden ve elbette insan varlığına tehdit teşkil etmekte olan Siyonist sistem açısından, varlığı tehdit olarak addedilen yegâne lider…

Necmettin ERBAKAN

     29 Ekim 1926’dan 27 Şubat 2011’e, ömrünü, özelde Müslümanların, genelde bütün insanlığın saadet ve selametine ihdas ettiğine şahit olduğumuz, kalplerdeki iman pırıltısını imkâna tahvil etme yollarını gösteren bir müslüman…

Necmettin ERBAKAN

     Evimizde, işimizde, üniversitemizde; insanla ünsiyet kurabileceğimiz her zaman ve zeminde, bizlere cihadın farziyyetini yeniden hep yeniden hatırlatan, küfrün zelil edici aymazlığına karşı insanlara hak davayı telkin etme kıyamını kalbimize işleyen bir mücahid…

Necmettin ERBAKAN

     Partilerin, vakıfların, derneklerin, kurumların, teşkilatların; kurduğu ve kurulmasına vesile olduğu tüm yapılanmaların ötesinde Müslümanlara, her şeyden evvel ihlas, samimiyet ve kardeşliğin Hazreti Peygamber’den tevarüs edilen ve ancak kutlu nebi’nin metoduyla hareket edildiğinde iki cihan saadetine erişilebileceğini va’zeden muvahhid…

Necmettin ERBAKAN

     Kula kulluğu reddeden bir devrimci ruhla,”Önce Ahlak ve Maneviyata” çağıran, Âlemlerin rabbinin hoşnutluğunu her şeyin üstünde tutan; namazın, orucun, bilumum ibadetlerin, içinde bulunduğumuz toplumun alışılagelinmişliklerini terk etmeyi ve sömürüye dayalı ekonomik sisteme müdahele etmeyi emrettiğini hatırlatan bir mü’min…

Necmettin ERBAKAN

     Yarısından çoğu yasaklarla geçmiş kırk yıllık siyasi mücahedesinde her türlü mağduriyete ve hak mahrumiyetine rağmen “Zafer inananlarındır ve zafer yakındır” cümlesini ağzından düşürmeyen, en güçsüz hissettiğimiz anlarda bile; “Ey Milli Görüşçüler! Hedefiniz ikinci Yalta Konferansını yapmaktır” emrini vermekten geri durmayan, Şili’den Laos’a, Burkina Faso’dan Yeni Zelanda’ya hangi renkten ve inançtan olursa olsun tüm yeryüzü halkları için özgürlük, refah ve adalet mücadelesine girmiş bir önder…

Necmettin ERBAKAN

     Hiçbir zaman ABD, Avrupa Birliği, İsrail ve bunların türevleri olanlarla aynı safta olmamış, faize ve insanın insana kulluğuna dayalı küresel sömürü sistemine karşı nebevi kökenli bir mücahede yürüten, bu mücahede yürütülürken bizzat şahsına karşı yan çizen, karşısında yer alan, düşman olan ve düşmanla saf tutanların vefatından sonra  “Yolumuz Erbakan’ın yoludur!” diyerek iftira ettikleri insan….

Necmettin ERBAKAN

     Hiçbir zaman liberal, sağcı, demokrat gibi bir tanım içinde olmayan ve yine vefatından sonra tüm bu unsurların, başları sıkışınca bir anda ismine sığındıkları, sonra yine sırt çevirdikleri müslüman…

Necmettin ERBAKAN

     Mücahedene hak şahit, bizler şahidiz, şehadetin kutlu olsun hocam.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Adnan Demirtürk

" Tılsımı bozmayın,tılsım kanlı bir kefenle Allah'ın huzuruna çıkmaya sevdalı olmaktır... "

1965 yılında Trabzon’da doğdum. İlk, orta ve lise eğitimini Vakfıkebir’de tamamladım. 1984 yılında Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdim. Öğrencilik yıllarından itibaren birçok ilim, fikir ve siyaset adamından ders aldım. Kuvveti değil hakkı üstün tutan bir medeniyet için çalıştım. “… Yüzyıl sonrasını düşünüyorsan bir insan yetiştir” düsturundan hareketle hayatımı gençliğe adadım.Mülkiyeyi bitirdikten sonra yapılan parlak iş tekliflerine rağmen , doğduğum yere; Vakfıkebir’e döndüm. Çünkü “Yaptıklarınızı şan, şöhret, ikbal için değil bir gün kendisine döneceğimiz âlemlerin Rabbine

yüz aklığı ve alın açıklığı ile kavuşmak için yapmalıyız…” ilkesinden hareketle çalışıyordum. 1987 yılından itibaren Vakfıkebir’de başlattığımız nesil yetiştirme faaliyetine planlı programlı bir şekilde, sevgi ve saygı çerçevesi içerisinde devam ettirdik. O zamanlar bizleri çok eleştiren bir esnaf şehadetimizden sonra “Adnan Bey büyük insandı. Taşa gül tohumu ekerdi. Onun filizlenip büyümesi için uğraşırdı. Biz onu anlayamadık. Keşke anlayabilseydik” dediğini işittim. Vakfıkebir’de başlatmış olduğumuz eğitim faaliyetlerini 1993 yılında gittiğim Trabzon’da 5 Eylül 1997 yılına kadar devam ettirdik. 6 Eylül 1997 gecesi 32 yaşındayken MGV başkanı oldum. Asrın bize verdiği büyük ödevin farkındaydım. Damar damar bütün Anadolu’ya ulaşarak, başları, bağlanmaya mecbur başa bağlamak için plakası 55 olan şehre 55. konferansını vermek için çıktığım yolda geçirdiğim trafik kazasında şehadete ulaşarak Hakk’a yürüdük.

Allah Şehadetimizi kabul etsin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Furkan Doğan – Kayseri

‘Şehadet şerbetine son saatler. Var mı daha güzel şey? Varsa o da sadece annemdir, ama ondan emin değilim. İkisinin kıyası çok zor. Şehadet mi annem mi?’

BEN FURKAN DOĞAN

1991 yılında ABD'nin New York eyaletinde dünyaya geldim. 1993 yılında ailemle ile birlikte Türkiye'ye döndüm. Kayseri Özel Hisarcıklıoğlu Fen Lisesi son sınıf öğrencisiydim. Mayıs 2010'da İHH İnsani Yardım Vakfı gönüllüsü olarak İsrail ablukası altındaki Gazze'ye insani yardım götüren Gazze filosunda yer aldım. Adli tıp raporundan yola çıkarak benim Siyonist teröristlerin kahpe kurşunlarıyla vurulduktan sonra güvertede bilincim açık ya da yarı bilinçli bir zaman yattığım ve daha sonra yüzümden vurulduğum tespit edildi.  45 cm'den daha kısa bir mesafeden yüzümden, kafamın arkasından, iki kez bacağımdan ve bir kez de sırtımdan olmak üzere toplam 5 kez vurulmuştum. Ben , şehit edilmeden kısa süre önce not defterime şu satırları yazmıştım: ‘Şehadet şerbetine son saatler. Var mı daha güzel şey? Varsa o da sadece annemdir, ama ondan emin değilim. İkisinin kıyası çok zor. Şehadet mi annem mi?’

Allah şehadetimizi kabul etsin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Malcolm X

BEN MALCOLM X

19 Mayıs 1925’te dünyaya geldim. Malcolm X bir papazın on bir çocuğundan biriyim. Hayatımdaki en büyük değişiklik hapishanedeyken oldu. Elijah Muhammet’le tanışarak İslam’ı seçtim ve Müslüman oldum.  Elijah’tan ırkçı bir İslam anlayışı öğrenmiştim. Hac farizasını yaptığım zaman farklı ırklardan renklerden insanlarla birlikte aynı Allah’a secde etmenin büyüsüne kapıldım ve ırkçılığın İslam dışı olduğunu fark ettim. Haccı eda ederken gerçek kardeşliği insanlığı ve Müslümanlığı gördüm. Bunu Amerika’ya taşıdım. Cemaatim yeni söylemi hoş karşılamadı. Fakat gerçek İslam anlayışını tebliğ etmem sonucu birçok zenci, ırkçı görüşten sıyrılarak gerçek İslam’a ulaştı. Konferanslar için gittiğim birçok ülkede ABD’deki Müslümanların durumunu, tanıştığım diğer İslam toplumlarına anlattım, ümmetin acılarını da dile getirdim. 1964’de Kahire’de Müslüman Kardeşler Teşkilatında yaptığım konuşmada amacımı şöyle açıkladım: “Bir Müslüman olarak yeryüzünde Allah’ın huzurunda secde etmeyen bir fert kalmayıncaya kadar İslam’ın hâkim kılınması yolunda kendimi görevli hissetmekteyim”. Bu uğurda başlattığım mücadelemizi iki teşkilat kurarak hızlandırdım. Biri New York’ta Müslüman Camii Birliği diğeri ise Afro-Amerika Birliği teşkilatıdır. Teşkilatları kurduktan sonra ancak birkaç ay yaşayabildim. 21 Şubat 1965’te suikastçıların kurşunlarına hedef olarak şehit edildim.

Allah Şehadetimizi kabul etsin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aliya İzzetbegoviç-Bosna Hersek -Bilge Kral

BEN ALİYA İZZETBEGOVİÇ

 Bir şehidi özendirecek yaşam mücadelesinden sonra, Allah'ın huzuruna yanında götürdüğü binlerce şehitle varan Aliya İzzetbegoviç’im

Halkımın bağımsızlığı ve Avrupa'nın ortasında İslam'ın onurlu sesi olmak için ömrüm boyunca mücadele verdim.Arkamda belki de Bosna'da gelecek nesillerin hiçbir zaman unutamayacağı bir miras bıraktım.

Ben 1925'de Bosna'nın kuzeyinde bulunan Bosanski Samac'da doğdum. İlköğrenimimi Saraybosna'da tamamladım, 24 yaşında İslamcılık suçuyla yargılanarak 5 yıl hapse mahkûm edildim. Benim mahkûm edilme nedenim, İslami etkinliklerde bulunan El-Hidaye teşkilatının gençlik kollarından biri olan "Genç Müslümanlar Örgütü" içinde yer almamdı. Mayıs 1990'da Ben ve arkadaşlarım Muhammed Çengiç, Cemaluddin Latiç ve Ömer Behmen'le birlikte Demokratik Hareket Partisi'ni kurduk. 1990 yılının Haziran ayında yapılan ilk çok partili seçimlerin ardından Aralık'ta Bosna-Hersek Devlet Başkanı oldum.

1991 yılında Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlığını ilan etmelerinin ardından, Bosna-Hersek'i de kaybetmek istemeyen Belgrad hükümeti bize sınırları geri çekme teklifinde bulundu. Ancak biz bu teklifi kabul etmeyerek bağımsızlık referandumu düzenledik. Bosnalı Sırplar referandumu boykot ettiler. Ancak referanduma katılanlar bağımsızlık lehinde oy kullandılar. Bunun üzerine 3 Mart 1992'de  Bosna-Hersek'i bağımsız bir cumhuriyet olarak ilan ettik. Bağımsızlık ilanının ardından, Sırplar Bosna'da etnik temizlik hareketine başladılar.

Ümmet bilinci ile ayağa kalkan tüm dünya Müslümanları akın akın Bosna'da şehadete kavuşmaya koştu. Bosna'nın zaferini gördüm ve 78 yaşında Bosnalı şehitlerime, Rabb'ime kavuştum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Cahar Dudayev

15 Nisan 1944'te Çeçenistan'ın Pervomaisk köyünde doğdum. Stalin döneminde sürgüne gönderilen diğer Çeçenler gibi ailem de Kazakistan'a sürgün edildi. Kuzey Kafkasya topraklarına dönüşüm ise 1957'de oldu. Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu’ndan mezun oldum Daha sonra Hava Kuvvetleri Akademisi’ni bitirdim ve birinci sınıf pilot oldum. 1996 yılında ağır bombardıman uçakları kullanmaya başlayarak 1982-1987 yılları arasında Estonya’daki bombardıman filosunun başına getirildim. Aynı yıl Estonya'daki Tarsus Garnizonu komutanı oldum. Estonya'daki bağımsızlık hareketleri sırasında bu cumhuriyetin parlamentosunu ve televizyon kulesini kuşatması için SSCB yöneticilerinden aldığım emri reddetmem üzerine "isyancı general" olarak anılmaya başlandım! 1987-1990 yılları arasında Estonya'daki görevimden alınıp başka üst düzey göreve verilmek istendim; ancak "Bir Çeçen olmak benim alabileceğim en üst rütbedir!" diyerek Grozni'ye döndüm. 1991'de de Çeçenistan devlet başkanı oldum ve Çeçenistan'ın bağımsızlığını ilan ettim. 1994'te Çeçenistan savaşını başlattık. İki saat içinde Grozni'yi almayı hedefleyen Kızılordu iki sene muvaffak olamadı. "Başta Türkiye olmak üzere İslam ülkeleri mücadelemize destek olmalıdırlar. Şu ana kadar bu yönde bir hareket görebilmiş değiliz ve buna çok üzülüyoruz." diyerek diplomatik alanda İslam ülkelerinin ilgisizliği ve kırgınlığımı ifade ettim. Bir gazetecinin: " Sizi; Çeçenistan'ı Müslüman devletler tanıyor mu?" sorusuna: " Bizi herkesten önce Rabbim tanıyor" cevabını verdim. Çeçenlerle görüşmeye gelen Rus yetkilinin üzerindeki vericiden giden sinyallerle bulunduğum yeri tespit eden Rus birliklerinin yaptığı füze saldırısı sonucu  Rabbime kavuştum.

Allah şehadetimi kabul etsin.

 

 

 

 

 

 

 

Ömer Muhtar

BEN ÖMER MUHTAR

Libya; Emperyalist İtalyanların işgaline uğramıştı. Haçlılar birçok İslam toprağında yaptıkları zulümleri burada da reva gördüler. İktidar hırsı benliklerini kavuran batıcı aydınların deneme tahtası haline gelen Libya’da 1911 itibariyle Müslümanlar izzetli ve şerefli bir direniş göstererek kıyama kalktılar. Bu kıyamın önde gelen isimlerinden biri olarak köy köy, kasaba kasaba cihat davetinde bulundum. Direniş hareketinin lideri hastalanınca  mücahitlerin komutanlığına getirildim. Biz güçlendirdiğimiz ve teşkilatlandırdığımız ordumuzla 20 yıl boyunca İtalyanlara karşı direndik. 1931’de İtalyan birliklerine karşı savaşırken esir düşerek  İtalyan başkumandanı ve Libya Valisiyle bir araya getirildim. Aralamızda geçen konuşma şu şekildedir :

İtalyan kumandan ona bazı sorular sorar:

 

            -Neden İtalyan hükümetine karşı savaştın?

            -Dinim ve vatanım için.

            -Varmak istediğin hedef neydi?

-Sizi topraklarımızdan kovmak. Savaşa gelince o, dinimizin emridir. Zafer ise Allah’ın elinde olan bir şeydir.

-Senin bütün mücahitlere emir verip de silahlarını bırakmalarını ve bize itaat etmelerini sağlayacak nüfuzun var mıydı?

-Bu konuda hiçbir şey yapmama imkân yoktur. Zira biz mücahitler bu uğurda arka arkaya ölürüz. Yoksa asla silahlarımızı bırakıp teslim olmayız.

 

 

Bana köşk ve hizmetçiler verileceği, maaş bağlanacağı teklifini getiren heyete: “elçi heyeti olmasaydınız, böyle bir teklifi getirdiğiniz için sizi kesinlikle idam ederdim” diyerek cevap verdim. “Allah cennet karşılığında müminlerin canlarını ve mallarını satın almıştır” ayetine boyun eğerek 15 Eylül 1931’de idam sehpasına çıkarıldım. Ve şehit edildim.

Allah şehadetimizi kabul etsin.

Hasan el-Benna

            BEN HASAN EL BENNA

1906’da İskenderiye’de doğdum. Kahire Dar-ul Ulum fakültesinden mezun olarak lise öğretmenliği yaptım. İçinde yaşadığım toplumun durumunu beğenmiyor, İslam ahlakının giderek silindiğini görüyordum. Başta Mısır olmak üzere birçok İslam toplumunun geleceğinden endişeliydim. Bu gidişe dur demek gerektiğini hissediyordum. Bunun içinde Müslümanların bir araya gelerek ümmetleşmeleri gerektiğine inanıyordum. Bu fikri zihnimde olgunlaştırdıktan sonra en yakın arkadaşlarından başlamak suretiyle çevreme açtım. Fikir birliğinde olanların sayısı gün geçtikçe arttı. Artık bir çatı altında toplanmamız gerektiğine inanıyordum. 6 arkadaşımla kanlarımızın son damlasına kadar mücadele ahdi içtikten sonra şu bildiriyi yayınlayarak Müslüman Kardeşler cemaatini kurduk: “Bu tüyler ürpertici, buhranlı devrede sesimizin en son perdesine kadar haykırıyoruz! Yavaş yavaş ama öldürücü kasırgalardan daha kuvvetli, mütevazı ama sarp kayalardan daha yüce, mahdut ama yeryüzünün bulutlarından daha geniş, bütün şahsi mücerret arzulardan uzak, Allah’ın azametine ve vahyine dayalı gayemizi takdim ediyoruz. Bütün samimi ve gönüllü Müslümanları safımıza çağırıyoruz. Ahiret hayatının mutluluğunu isteyenler gelsin”. Daha 23 yaşındaydım.

1929’da kurulan İhvan-ı Müslimin adlı teşkilat, şehir şehir, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak “emri bil maruf”a başlamıştı. Cemaat bütün ülkeyi kucaklamıştı, bütün ülke de cemaati… Mısır’ın Firavunları ve Emperyalist İngiliz Beyleri bundan rahatsız oldular. Mısır’daki bu hareketin diğer İslam ülkelerine sıçramasından endişe eden diğer kâfir ülkelerle birlikte Mısır zalimleri Müslüman Kardeşler yapısını ortadan kaldırmak istediler. Amaç bizi öldürmekti. Böylece hareketin sona ereceğine inanan tağutlar, 12 Şubat 1949 Pazartesi günü akşamı eve dönmek üzereyken benim arabama ateş ettiler. Yaralanarak hastaneye kendi başına gittim. Fakat zalimler hastaneye de ulaşarak doktorları çıkardıkları ameliyat odasında beni şehit ettiler. Allah Şehadetimizi kabul etsin.

 

 

 

 

 

 

 

 

İSKİLİPLİ ATIF HOCA

BEN İSKİLİPLİ ATIF HOCA

 İskilip’in Tophane köyünde dünyaya geldim. İlk tahsilimi de o köyde yaptım. 1893’te İstanbul’a gelip medrese tahsiline devam ettim. 1902’de icazet alarak Darü’l Fünun İlahiyat Fakültesi’ne girdim. 1903’te İlahiyat’ı bitirip Fatih Camii’nde Ders-i Amm olarak kürsüye çıktım. 31 Mart vakasında Sinop’a, ardından Sungurlu’ya sürüldüm. Daha sonra yanlışlıkla olduğu söylenerek serbest bırakıldım. Yunanlılar İzmir’e çıktığında ilk tepkimizi bir cemiyet vasıtasıyla ortaya koydum. Kısa zamanda toparlanan Anadolu, işgalcileri bölgelerinden çıkarmayı başardı. Osmanlı tarihi asırlar boyu hüzünle anılacak şekilde bitiyor inkılaplar eşliğinde yeni bir devlet kuruluyordu. İslam’a düşmancasına yapılan hareketlere baş kaldırdığımız için  payımıza düşen sıkıntıyı alıyorduk. Ülkedeki batılılaşma hareketlerine karşı 1924’te “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı eseri kaleme aldım. O dönem inkılaplara baş kaldıranlar ağır cezalara çarptırılıyordu. Ben de bir buçuk yıl önce yazdığım eser bahane edilerek tutuklandım. Giresun İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak suç bulunmaması nedeni ile İstanbul’a gönderildim. Ancak yeniden tutuklandım. 26 Aralık 1925’te arkadaşlarımla beraber 13 kolluk kuvveti gözetiminde Ankara’ya gönderildim. 26 Ocak 1926 Salı günü Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandım. Savcı 3 yıl hapis istedi. Mahkeme sanığın müdafaası için bir gün sonraya bırakıldı. O gece müdafaamı yazarken uyuyakalmıştım.Rüyamda Resulullah (sav)’i gördüm. Bana “Ya Atıf yanımıza gelmek dururken neden müdafa karalayıp duruyorsun” dedi. İrkilerek uyandım ve müdafamı yırtıp attım. Ertesi gün mahkeme reisi Kel Ali müdafaaya gerek görmeden idamıma karar verdi. 4 Şubat 1926 Perşembe günü idam sehpasında dimdik durarak ağzımdan şu sözler işitildi: “Zalim ve katillerle elbette mahşer günü hesaplaşacağız.” Vakarla yaşayıp dinimiz uğruna şehadet şerbeti içtik. Allah şehadetimizi kabul eylesin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞEYH AHMET YASİN -FİLİSTİN

Ben Şeyh Ahmet Yasin Filistin'in Askalan şehrinin el-Cevra köyünde 1937 yılında dünyaya geldim, 3 yaşındayken babamı kaybettim. Babamın vefatından sonra annem ve kardeşlerimin himayesinde büyüdüm.

1948 yılında siyonistlerin Filistin’in büyük bir bölümünü işgal etmesi üzerine ailemle Gazze şehrine göç ettim. 1952 yılında Gazze’de İmam Şafii Okulu'nda ilköğrenimini tamamladım. 1952 yazında bir yüzme etkinliği esnasında kafasımın üstüne düştüm ve boyun kemiğim kırıldı. Bu yüzden bütün vücudum felç oldu.

1958 yılında Filistin Lisesinde ise lise eğitimini tamamladım liseyi bitirdikten sonra bazı ilim adamlarından özel dersler aldım. Bir dönem El Ezher'de de eğitim gördüm.  Özel öğrenimimi tamamladıktan sonra öğretmen olarak görev aldım.

Filistin'in tamamının 1967'de siyonistler tarafından işgal edilmesinin ardından halkı bilinçlendirmede önemli rol üstlendim. Gazze’de İslâm Merkezi’ni kurmamızdan sonra  bu durum işgal rejimini son derece rahatsız etti.

Biz 1984 yılında haklarında yürütülen soruşturmalar kapsamında "İsrail devletini yıkmak yerine İslam devleti kurmak" gerekçesiyle siyonist mahkemelerince 13 yıl hapse mahkûm edildim. Ancak on bir ay sonra Filistinlilerle işgalciler arasında yapılan esir değişiminde serbest bırakıldım.

1987 yılında Filistin’de İslami sahada çalışan ve Mısır’da eğitim aldığı sırada Müslüman Kardeşler Cemaati’nin düşüncelerini benimseyen Abdulaziz Rantisi ve birkaç liderle birlikte, Filistin’i kurtarmak ve işgalcilerle savaşmak amacıyla Gazze’de İslami bir direniş hareketinin kurulmasına karar verdik.  Bu oluşuma HAMAS, yani "Hareket’ul Mukavemet’il İslamiyye/İslami Direniş Hareketi" ismini verdik.

İntifadanın başlamasında HAMAS'ın büyük bir katkısı olmuştur. Bu intifada ‘Mescitlerin İntifadası’ adıyla meşhur oldu.

Siyonist işgal rejimi, 18 Mayıs 1989 tarihinde beni yeniden zindana attı. Onunla birlikte HAMAS mensubu pek çok kimseyi de alıkoydular. Bu girişim, 1987’de başlayıp dünya çapında adını duyuran Filistin İntifadası’nı durdurmayı amaçlıyordu. Ancak işgal rejimi, umduğunu bulamadı ve bu durum, olayları daha da şiddetlendirdi.

Uzun oyalamalardan sonra 3 Ocak 1990 tarihinde mahkeme önüne çıkarıldım. Mahkemeye çıkarılan 15 ayrı suçlamadan yargılandım. Mahkeme heyetine, "Bu mahkeme kanuni olarak beni yargılama hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü bu mahkeme işgalciler tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla tamamen gayri meşru ve kanundışıdır." diyerek onurlu bir duruş sergiledik.

HAMAS’ın askeri kanadı İzzeddin el Kassam Tugayları, ben ve diğer tutukluları serbest bıraktırma girişiminde bulundu. Bunun için 13 Aralık 1992 tarihinde Kudüs yakınlarında bir siyonist asker kaçırıldı. Bu askerin serbest kalması karşılığında işgal zindanlarında esir olanların serbest bırakılmasını talep ettiler. Siyonist rejim bu teklifi reddetti ve askerin tutuklu bulunduğu yere baskın düzenledi. Baskın sırasında kaçırılan askerle saldırıyı yapan işgal ordusu birliğinin komutanı ölürken kaçırma eylemini gerçekleştiren grubunun komutanı da öldürüldü.

Siyonist hakimler tarafından bana müebbet hapis cezası verildi. Daha sonra işgalciler, beni serbest bırakılmama karşılık özerklik anlaşmalarını kabullenmesini şart koştu. Bunun üzerine “Bana dışarı çıktığımda karpuz yemememi şart koşsanız bile yine kabul etmem. Çünkü ben işgal rejimini muhatap kabul etmiyorum ki onun şartını kabul edeyim.” cevabını verdim

 8 yıl süren zindan hayatı boyunca hiçbir taviz vermedik ve siyonist rejimi muhatap kabul etmeme konusundaki tutumunu değiştirmedik

Sekiz buçuk yıla yakın bir süre zindanda kaldıktan sonra 30 Eylül 1997 Salı akşamı serbest bırakılarak tedavi edilmek üzere Ürdün’ün başkenti Amman’a getirildim.

Serbest bırakılmama rağmen işgal rejimi çalışmalarımdan rahatsız oluyordu. Bu yüzden beni sıkı bir takip altına almışlardı. Beni öldürmek için çeşitli girişimlerde bulundular.

Siyonist rejim 15 Aralık 2001’de başlattığı geniş çaplı bir saldırı hareketiyle, özellikle HAMAS üzerinde etkili olmaya çalışırken, bu saldırı esnasında benim içinde bulunduğu cami işgal ordusunun füzelerine hedef oldu fakat bu saldırıdan da yara almadan kurtuldum.

24 Haziran 2002'de  Arafat liderliğindeki mevcut Filistin Yönetimi tarafından Gazze Şeridi'ndeki evimde göz hapsine alındım. Bir yetkili; "Şeyh Yasin'in, Filistin halkının ulusal çıkarlarını korumak için önceki günden başlayarak evinde göz hapsine alınmasına karar verildi" dedi. Yetkili, kararın Yaser Arafat tarafından alındığını belirtti.

2003 Eylül'ünde HAMAS liderlerinin toplantı yaptığı bir yeri işgalciler bombaladı ve bu bombardımandan elinden hafif bir yara alarak kurtuldum.

Bir defasında, bir tanıdığımın ziyaretinde bulunduğum sırada gittiğim evi tespit ederek F-16 tipi uçaklardan füzeler fırlattı. O saldırıda yardımcısı İsmail Heniyye’yle birlikte ziyaret ettiği apartman katı bayağı tahrip olmasına rağmen ben ve Heniyye mucizevî bir şekilde sağ kurtuldu.

Bize ezberletilen ve özümsetilen temel ilkelerden biri de "Allah yolunda şehit olmak en yüce arzumuzdur" ilkesidir.

Ben herkesin bildiği gibi tekerlekli sandalyeye mahkûm, felçli bir insandım. Ama işgalci siyonistler  bu halime rağmen iman gücü ve kararlılığımız ile direnişçileri sürekli cesaretlendirdiğimizi görüyor, bu yüzden varlığıma tahammül edemiyorlardı. Dolayısıyla beni tasfiye etmek için birçok kez plan yaptılar. Bazılarında başarılı olamadı, bazılarında da doğacak sonuçtan korktuğu için çekingen davrandı.

22 Mart 2004 tarihinde tekerlekli sandalyemle sabah namazını kıldığım camiden çıkarken siyonist rejim hava kuvvetlerine bağlı apaçi helikopterler tarafından atılan füzelerle şehit edildim Allah şehadetimizi kabul eylesin

METİN YÜKSEL

BEN METİN YÜKSEL

17 Temmuz 1958'de Bitlis'in Ahlat kazasına bağlı, Qulingo denen yüksek tepelerdeki bir yaylada dünyaya geldim.  Yazın susuzluğun hüküm sürdüğü Norşin'de büyük sürülerin otlatılması için sazlıklarla dolu ve sulak olan Qulingo Yaylası'na gidilirdi.

Ancak bu sadeliğin yanında kesintisiz bir İslam medeniyetinin iki temel müessesesi bu yaylada da hayatın merkezini teşkil ederdi. Babam Molla Sadrettin Yüksel'in  baş müderris olduğu Nakşibendi-Hâlidî Dergâhı ve Arapça-İslami ilimlerin tedris edildiği Norşin'de hem tekke hem de medrese bulunurdu. Medresede Ramazan ayı ve bayramlar dışında tatil olmadığından ilmi tedrisatı ve Nakşibendi tarikatı faaliyetleri yaylada da sürdürülürdü.

Ben kaderin cilvesi olarak doğum yerimi adeta temsil edercesine, dünyaya geldiğim yaylanın haşinliği, tabiliği tüm hayatıma yansıyacak şekilde yiğit, sade, pazarlıksız bir insan oldum.

Elimden çok iş gelen bir özelliğimin yanı sıra aksiyon adamıydım. Yazı, resim, tasarımcılık, ciltçilik, marangozluk gibi birçok alanda ve tamirat-tadilat işlerinde becerimiz yüksekti.. 

 

Kardeşim Müfid Yüksel  beni şöyle anlatmıştı :

 

Çocukluğumuzda Fatih-Zeyrek'te ikâmet ettiğimiz evin yüklük olarak kullanılan odasını Metin ve Nedim ile birlikte minyatür bir mescide çevirmiştik. Fatih Camii bize yakın olduğu için oraya ve Çırçır'daki (Fatih devrinin ilk Zeynî Dergâhı) Şeyh Süleyman Mescidi'ne vakit namazlarına çok sık giderdik. Fatih Camii bizim çocukluğumuzun en büyük camii, Şeyh Süleyman mescidi ise Bizantik yapıdan çevrilmiş küçük kubbeli bir cami olarak bizim için küçük camiydi. Fatih Camii'nin dâimi cemaatinden ve merhum Silistireli Süleyman Hilmi Tunahan'ın ilk ve yaşayan en yaşlı talebesi olan Sivrihisarlı Hacı Ömer'in ilgi ve alakasının da üzerimizde etkisi olmuştu.

"Evde yaptığı minyatür mescitte mahalledeki çocuklara vaaz ederdi"

Bu minyatür mescidi oluştururken (kendi evlerinde yapılan mescid) tüm bunlardan Norşin'den gelen Nakşibendi-Hâlidî ve Medrese geleneği ile ailece bizzat Bediüzzaman hazretleri ile yakın temastan dolayı Risale-i Nur'dan, Fatih ve Şeyh Süleyman camilerinden esinlenmiştik. Metin, burada tek başına ahşaptan bir minber, vaaz kürsüsü ve müezzin mahfili yapmıştı. Mahalleden arkadaşlarımızı toplar, orada cemaatle namaz kılardık. Kendi aramızda vaaz verir, Süleyman Çelebi mevlidini okur, şekerciden aldığımız şekerleri külahlara koyarak, Fatih Camii'nde gördüğümüz şekilde dağıtırdık. Hatta bir ara Norşin'den İstanbul'a gelmiş olan Nakşibendi-Hâlidi Şeyhi merhum dayım Şeyh Muhammed Maşuk Efendi burada Hatm-i Hâcegân yapmıştı. Bazen de burada kendi aramızda Risâle-i Nur dersi de yapardık. Ayrıca evde kendimize dini kitaplardan oluşan bir çocuk kütüphanesi de oluşturmuştuk. Kütüphanenin dolabını bile Metin kendi elleriyle yapmıştı. Kendi aramızda bu dini-tarihi kitapları okur, hatta bazılarını aynen istinsah ederdik/yazardık. Nedim ve Metin yazarlığa özenerek kitap telif etmeye de çalışırdı. "Çeşitli Dini Bilgiler ve İslam Tarihi" diye çeşitli kitaplardaki bilgilerin bir araya gelmesinden oluşan bir kitapçık da yazmışlardı. Hatta Metin tek başına çocuk mecmuası bile hazırlamıştı. Metin ile Nedim'in yazdığı şiirlerin yer aldığı "Solan Yapraklar" adı verilen bir şiir defterleri bile vardı.

Çocukluk devrelerindeki bu tarz dini faaliyetlerimizin bir devamı olarak Nedim'le birlikte mahalle ve mektepten topladığımız bazı arkadaşlarla "İslâm Cemiyeti" adını verdiğimiz, mührünü-kaşesini bile yaptırdığımız bir grup oluşturmuştuk. Çocuk yaşlarımızda toplantılar yapardık. Sonra, Metin bunu ele aldı kısa zamanda bir hayli genişletti. Mektep ve mahalledeki gençlerden teşkil edilen bu oluşum, Metin'in ileride kuracağı Fatih Akıncılarının temelini teşkil edecekti. Ayrıca, 1974-75'lerden itibaren MTTB'nin bazı faaliyetlerine de iştirak ediyordu.

1976 yılı Kasım-Aralık ayında tek başına vakıflardan geçici olarak tahsis ettirdiği harabe haldeki Fatih-Haydar Caddesi'ndeki  Vezir-i Sâni Haydar Paşa Medresesi'nin ayakta kalan dershanesi ve bahçesinde çok kısıtlı imkânlarla Fatih Akıncılar Derneği'ni kurmuştu. 6-7 ay gibi kısa bir zamanda bu dernek çığ gibi büyümüş, Türkiye'deki diğer Akıncılar Derneği şubeleri içinde, Metin'in karizması, şefkati, dirayeti, vizyonu, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi, toparlayıcılığı ve çalışkanlığı ile bir numaraya yükselmişti. Türkiye'nin birçok ilinde Milli Selamet Partisinin, Akıncıların miting ve toplantıları adeta Fatih Akıncıları tarafından organize edilip canlı tutuluyordu. Batman'dan, Konya'ya, Ankara'ya kadar böyleydi.

Ancak, dönemin siyasi kavgaları ve entrikaları, onun aramızda yaşamasına izin vermedi. Hedef seçilip ailemizden ve camiamızdan koparıldı, kalleşçe şehid edildi.

Şehadet günü (23 Şubat 1979)

Soğuk, hüzünlü ve karlı bir cuma günüydü, hiç unutmam. Rahmetli ağabeyim Metin Yüksel'in Ali Bilir ve arkadaşlarından oluşan kavmiyetçi/ırkçı kâtillerce Fatih Camii avlusunda hunharca şehid edilişini. Bir takım olayların olacağı belliydi. Metin bir toplantı vesilesi ile İzmir'e gitmişti. Bir gece önce Fatih Mıhçılar Caddesi'nde ırkçı bir grup beni sopalarla dövmüştü. Cuma namazını başka bir camide eda etmiş olduğumdan uzaktan gelen silah seslerinin Metin'e sıkılan kurşunlar olduğunu bilemezdim. Zira Metin sabah İzmir'den döndüğünde eve uğramamış, döndüğünden haberimiz olmamıştı. İzmir'e gitmeden bir gün evvel onu son görüşüm olmuştu. Bu, rahmetli babamın da onu son görüşüydü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YASİN BÖRÜ

Ben Yasin Börü

Ben 14 Nisan 1998 yılında Diyarbakır'da doğdum. 16 yaşında lise öğrencisiydim. 2014 yılında Diyarbakır'da gerçekleşen Kobani Olayları sırasında PKK'lı teröristler tarafından öldürüldüm.

6-8 Ekim 2014 tarihleri arasında bölücü örgüt PKK’nın çağrısı üzerine DAEŞ örgütününün Suriye'nin Halep ilinin Kobani kasabasını kuşatmasını protesto için birçok ilde gösteri düzenlendi. Kurban Bayramı'nın dördüncü günü olan 7 Ekim'de Diyarbakır'ın İskanevleri semtinde islami hayır hizmetleri yapan bir dernek bünyesinde kurban eti dağıtırken ben ve arkadaşlarım göstericilerin saldırısına uğradım.

Yüzleri maskeli PKK sempatizanları tarafından benle birlikte Riyat Güneş, Ahmet Dakak ve Hasan Gökgüz bıçaklanıp kurşunlandıktan sonra, balkondan atılarak şehid edildim.

Allah şahadetimizi kabul eylesin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Abdullaziz Rantisi

1947’de Yebna‘da dünyaya geldim. Ailemle birlikte 1948’deki işgalle Gazze’ye sığınmak zorunda kaldım. 1965 yılında lise eğitimini tamamlayarak , Mısır’ın İskenderiye şehrine gittim. 1972 yılında üstün dereceyle tıp eğitimini tamamladım. Sonra, halkıma hizmet etmek için Filistin’e döndüm. 1978’de Gazze İslam Üniversitesi’nin açılmasından sonra bu üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım.

İşgalcilerle ilk mücadelem 1981 yılında oldu. İşgalcilere vergi vermeye karşı çıkınca tutuklandım. Ev hapsiyle cezalandırıldım. 7 Aralık 1987’de bir İsrailli, kamyonetiyle Filistinli işçileri taşıyan araca kasıtlı olarak çarptı. 4 Filistinli şehid oldu. Bunun üzerine İhvan-ı Müslimin’in Filistin’deki 7 lideri 9 Aralık akşamı toplandı. Bu liderlerden birisi de bendim. Liderler olarak karar verdik: İntifada Başlayacak!

1992 yılında, bana Güney Lübnan’a sürgün kararı çıktı. 1997 yılında Gazze’ye dönmemden sonra Şeyh Ahmed Yasin ile omuz omuza, Hamas’ı yeniden yapılandırmak için çalışmaya başladık. Hamas’ın sözcüsü ve siyasi lideri olarak görev yaptım.

İsrail ordusu, 2003’te ve şehadetinden 3 hafta önce bana suikast düzenledi. Bu saldırılardan sağ olarak kurtuldum. 17 Nisan 2004 tarihinde gece saat 03.00 sularında İsrail savaş helikopterleri tarafından düzenlenen füze saldırısında şehid oldum. Benimle birlikte bir oğlum ve iki korumam da şehid edildi.  Gazze’de on binlerce Filistinlinin katıldığı bir törenle toprağa verildim.

Diyorum ki “Filistin İmanın bir parçasıdır. Hz. Ömer, bu toprakların Müslümanlara ait olduğunu söyledi. Bunun için de hiç kimse ne satmak ne de hediye etme hakkına sahip değildir.”

 

Allah şehadetimizi kabul etsin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MUHAMMED MURSİ -MISIR-İHVANI MÜSLİMİN

Ben MUHAMMED MURSİ

Mısır'ın Şarkıyye kentine bağlı Adve köyünde 8 Ağustos 1951'de dünyaya geldim Babam çiftçilik yaparak ailemizin geçimini sağlarken annem de ev hanımıydı.

1979 yılında amcamın kızı Necla Mahmud ile evlendim.  Ahmed, Şeyma, Usame ve Ömer isimlerinde 4 çocuğumuz oldu.

1977 yılında Müslüman Kardeşler Teşkilatına (İhvan) katıldım,.1979'da hareketin içerisinde aktif roller almaya başladım.

1982 yılından itibaren İhvan'ın siyasi kanadında varlık göstermeye başlayarak 1995'te hareketin Gençlik Konseyinde yer aldım.

Mısır'da 2000 yılında yapılan parlamento seçimlerde, Mısır Arap Cumhuriyeti Temsilciler Meclisine İhvan'ın bağımsız milletvekili olarak girdim.2005 yılına kadar hareketin resmi sözcülüğünü de üstlendim.

Ülkede 2005 yılında yapılan milletvekili seçimlerinde aday oldum.Seçim sonrası ilk oy sayımında rakiplerime fark atmış olmama rağmen oyların yeniden sayılması üzerine Meclise giremedim. Daha sonraki açıklamalarında tekrar sayımlarda hile yapıldığını söyledim.

Mısır'da Hüsnü Mübarek dönemine son veren 25 Ocak Devrimi'nin ardından 6 Haziran 2011'de kurulan İhvan'ın siyasi kanadı Hürriyet ve Adalet Partisi'nin başkanlığı görevine getirildim.

Haziran 2012'de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mübarek döneminin son Başbakanı Ahmed Şefik ile ikinci tura kaldım.

İkinci turda oyların yüzde 51,73'ünü alarak Mısır Cumhurbaşkanı oldum. 4 Temmuz 2012'de Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandığım resmen açıklandı ve 30 Temmuz 2012'de yemin ederek görevime başladım.

3 Temmuz 2013'teki Sisi’nin gerçekleştirdiği askeri müdahalenin ardından hakkımda açılan "Hapishaneler baskını" davasında, Haziran 2015'te idama mahkum edildim. Ancak bir buçuk yıl sonra Yüksek Mahkeme kararı bozarak Mursi'nin yeniden yargılanmasına karar verdi.

Mursi hakkında görevden uzaklaştırıldıktan sonra 6 ayrı dava açıldı. 17 Haziran 2019'da mahkeme salonunda kalp krizi geçirerek vefat ettim.Ben hep şunu söyledim "Sizleri, çocuklarımızı; bizden sonra gelecek evlatlarımızı korumak istiyorum. Kızlarımız, geleceğimizin anneleri! Onlar çocuklarına anlatacaklar, 'Adamdılar' diyecekler."

 

ŞEYH ŞAMİL

BEN KAFKAS KARTALI ŞEYH ŞAMİL

25 yıl boyunca devam eden Kafkasya-Rusya savaşlarında Rus ordularını perişan eden büyük bir halk kahramanıyım. Ömrümü esaret altında bulunan Kafkasya topraklarını kurtarmaya adadım. Kafkasya Kartalı olarak adlandırıldım. 1797 yılında Dağıstan'ın Gimri köyünde doğdum. Bölgede önemli bir din adamı olan Şeyh Cemalettin Gazi Kumuki'den dersler aldım. At binme ve kılıç kullanmada üstün becerilere sahiptim. Güçlü bir vucut yapım olduğu içib aynı zamanda güreş ve atıcılıkta da kendimi geliştirdim.

30'lu yaşlarına kadar tefsir, hadis, fıkıh, edebiyat, tarih, fen gibi birçok alanda öğrenim gördüm. O dönemde Rus esareti altında Kafkasya'yı kurtarmak için Dağıstan'da başlattığım özgürlük mücadelesi kısa zamanda birçok bölgeye yayıldı. Diğer esaret altında yaşayan milletleri de bir araya getirerek Rusya İmparatorluğu'na büyük darbeler vurdum. Kafkasya'da yaşayan Türkler beni başlarına lider olarak seçtiler. Dönemimde baruthaneler, tophaneler, silahhaneler yaptırarak dağınık halde bulunan orduyu güçlendirdim ve düzenli bir hale getirdim. Ayrıca ülkesinde adaleti ve refahı artırmak için çalışmalar yaptım.

Ruslara karşı her zaman en önde çarpıştım. 25 yıl boyunca Ruslara ağır kayıplar verdirdim. Fakat bu mücadelede kısıtlı olan askeri gücümüz ve imkanlarımız tükenmiştir. Ahulgo tepesinde sayıları 10.000'i aşkın Rus ordusuna 3.000 adamımla 80 günden fazla dayanarak direndik. Bu direnişte hanımmı Cevheret hatunu, oğlum Said'i, kız kardeşim Mesedo'yu şehit verdim. Savaşı kaybedeceğimi anlayınca Ruslar'la ateşkes anlaşması yaparak teslim oldum. Esir olarak Rusya çarına götürüldüm. Burada cesaretimle imparatorun dahi hayranlığını kazandım. Bunun yanında Rus Çarı ile yaşamış olduğum şu diyalog oldukça meşhurdur:

Bir gün Rus Çarı esaret altındayken beni yemek yemek için karşısına alır benim iştahlı bir şekilde yemek yediğini görünce yanındakilere: Korkarım bu adam bizi de birazdan yer diye söylenir. Ben bunu duyunca, Korkmayın dinimizde domuz eti yemek haramdır cevabını verdim.

1 ay boyunca Rus sarayında esir olarak kaldım önemli esirlerin tutulduğu Kaluga'ya gönderildim. Esaretin 10. yılında hac vazifesini yerine getirme isteğim kabul edilir. Çar tedbir olarak oğlum Muhammed Şefi'yi rehin alır ve hac sonrası tekrar gelip teslim olmamı istedi. Buradan ilk olarak İstanbul'a geldim o dönemin Osmanlı padişahı olan sultan Abdulaziz tarafından sarayda ağırlandım. Daha sonra hac görevini yerine getirmek için Mekke'ye geldim. 74 yaşlarında ve yorgun düşerek 4 Şubat 1871 yılında vefat ettim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. ABDÜLHAMİD HAN ,

BEN ULU HAKAN ABDÜLHAMİD HAN

Sultan Abdülmecid'in oğluyum 21 Eylül 1842 yılında İstanbul'da doğdum. 10 yaşındayken annem Tirimüjgan Sultan vefat etmiş, babamın diğer eşi olan ve çocuğu olmayan Piristü Kadın bakmış, babamın ölümünden sonra eğitimimle amcam Abdülaziz yakından ilgilenmiştir. Bunalımlı bir dönem geçiren Osmanlı Devleti'nin başına geçerek Batı'ya karşı dengeci olmuş Doğu'ya karşı İslamcı politikalar izledim. Ben Osmanlı Devleti'nin 34. Padişahı ve 113. İslam halifesiyim.

Amcam 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine beni de beraberinde götürdü.

 Meclis-i Mebusan'ı kapatıp devlet idaresini eline alıp Ayastefanos antlaşmasını imzaladım. Berlin antlaşması ile kaybedilen toprakların bir kısmını geri aldım.

Büyük meseleler karşısında bunalan Osmanlı Devleti'ni dahiyane bir siyaset, adalet ve büyük bir kudretle yönettik. İki yüz elli milyon tutan Osmanlı Devleti'nin borçlarını yüz altı milyona indirerek, memlekete büyük bir imar faaliyeti ile eğitim öğretim seferberliği başlatıp cami, mescit, mektep, medrese, hastane, çeşme, köprü gibi bir çok icratın çoğunu kendi şahsi paramdan yaptırdım. Ülkenin dört bir yanını demiryolları ile döşeyerek Yunanlıların Girit'te isyan çıkartıp Türkler üzerinde toplu katliam yaptırması üzerine Yunanistan'ıaharp ilan ettim.

Yahudilerin Filistin'de devlet kurma isteğine karşılık Osmanlı Devleti'nin borçlarının silineceğinin teklifinde bulunan Yahudilerin önderi Theodore Herzl'e karşı red cevabı verince, İç ve dış düşmanlar beni tahttan indirmek için cephe aldılar. Beni gözden düşürmek için her türlü iftira atılırken diğer taraftan suikastlar yaptılar. Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal'ın "Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" şeklinde ortaya attığı iftiraları aynen alanlar ansiklopedilere bunları yazarak genç nesilleri aldattılar. 

Dine olan bağlılığımız, güzel ahlakımız, edep ve hayamız, akıl ve adaletimizle  milletimiz için gece gündüz çalıştım.

31 Mart Vakası sebebiyle İttihat ve Terakki ileri gelenleri tarafından tahttan indirildim.Selanik'e gönderildim (27 Nisan 1909).

Ben tahttan indirildikten 10 yıl geçmeden devletin dörtten üçü elden çıkmış, tahtan indirilmemizle Ortadoğu kan gölüne çevrilmiş Arap alemi siyonizmin kölesi haline gelmiştir.

10 Şubat 1918'de Beylerbeyi Sarayı'nda soğuk alıgınlığı ve mide rahatsızlığından dolayı vefat ettim. Kabrim Çemberlitaş'ta dedesi Sultan II. Mahmut'un türbesindedir

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

EREN BÜLBÜL

BEN EREN BÜLBÜL

Trabzon'un Maçka ilçesi kırsalında 11 Ağustos 2017'de bölücü terör örgütü mensuplarınca şehit edildiğimde 15 yaşındaydım

Hasan ve Ayşe Bülbül çiftinin çocuğu olarak 1 Ocak 2002'de dünyaya geldim.Maçka'nın Köprüyanı Mahallesi'ndeki evde büyüdüm. Köprüyanı İlkokulu ve Çatak İlköğretim Okulundaki eğitiminin ardından eğitimime Maçka Anadolu İmam Hatip Lisesinde devam ettim.

Babam Hasan Bülbül'ün 2016 yılında vefatının ardından her fırsatta köyümde ve yaylada yevmiye usulüyle bahçe işlerinde çalışarak ailemin geçimine katkı sağladım.

Çok kısa süren hayatımda annem ve 12 kardeşiyle ekonomik zorluklar çekerek yaşamaya çalışıyorduk

Maçka kırsalındaki evlerimizin bulunduğu alanda, 11 Ağustos 2017'de, bölücü terör örgütü mensuplarıyla sağlanan sıcak temas sırasında ağır yaralandım, ve kaldırıldığım Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesinde şehadete erdim.

 12 Ağustos 2017'de Maçka Merkez Camisi'nde ikindi vakti kılınan cenaze namazının ardından, babamın da mezarının bulunduğu Köprüyanı Mahallesi'nde, evimizin önündeki aile kabristanlığında toprağa verildim.

Sosyal medyada köyde sırtımda odun taşırken fotoğraf çekip  "Biri de çıkıp demiyor ki Eren iyi ki varsın" paylaşımı yapmıştım. Şehid olduktan sonra hepinizin “İyi ki varsın Eren” dediğinizi duyuyor ve dualarınızı işitiyorum.

Allah şehadetimizi kabul eylesin.

 

 

 

 

 

 

 

 

Hz. Hamza'nın (r.a.)

"Allah'ın Arslanı" ve "Şehitlerin Efendisi" ünvanları ile anılan Hazret-i Hamza -radıyallahu anh- Sevgili Peygamberimizin amcalarıdır.

Hazreti Hamza (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) amcalarının en küçüğüdür. Babası Abdulmuttalib, annesi Hale'dir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onu çok severlerdi. Çünkü o, sadece sevgili amcası değil, aynı zamanda süt kardeşiydi, çocukluk arkadaşıydı. İkisi birlikte büyümüşler, birlikte oynamışlar, kardeşlik yapmışlardı. Hayatı boyunca da Fahr-i kainat (s.a.v.) Efendimizin can dostu olmuştu.

HZ. HAMZA'NIN (R.A.) İSLAM'A GİRMESİ

Kureyş arasında hamaset ve şecaatiyla meşhur olan Hz. Hamza (r.a.) Mekke gençlerinin en kahramanı idi. O kardeşi oğlunun ahlakî yüceliğini biliyor, O'nu sevip sayıyordu. Gönlü de büyük bir hasretle ona iman edip kafilesine katılmak istiyordu. Fakat örf ve adetlerin, geleneklerin baskısı ve çevrenin dedikodu ve kınaması kararsızlığını teşkil ediyor, vaktini bekliyordu. İslâm'la şereflenmesine şu hadise vesile olmuştur:

Sevgili Peygamberimiz bir gün Safa Tepesi'nde otururlarken Ebu Cehil oradan geçer ve Resûl-i Ekrem'e (s.a.v.) hakaret eder. Efendimiz (s.a.v.) bir şey demeden sükût ederler. Abdullah b. Cüd'an'ın cariyesi bu sözleri işitir. O sırada Hz. Hamza (r.a.) da avdan dönmektedir. Her zaman yaptığı gibi eve gitmeden Kâbe'yi tavaf için Harem-i Şerife gelir. Abdullah'ın cariyesi onu görünce Ebu Cehil'in Peygamberimiz'e yaptıklarını anlatır. Oradan uzaklaşır.

"HAMZA'NIN HAKKI"

Hazreti Hamza (r.a.) henüz iman etmemiştir. Fakat kardeşi oğluna yapılan hakaretleri işitince akrabalık damarları, galeyana gelir ve doğru Kureyş topluluğunun içine dalar, Ebu Cehil'in yanına varır ve: "Benim biraderzâdemin hatırını inciten sen misin?" diyerek boynundaki yayı ile başını yarar. Ebu Cehil'in adamları Hz. Hamza'nın üzerine hücum edecek olurlar. Nerde ise büyük bir arbede çıkacaktı ki, Ebu Cehil adamlarına: "Dokunmayınız!... Hamza'nın hakkı vardır. Zira ben onun biraderzâdesine fena sözler söyledim" diye mani olur ve, Hz. Hamza'yı (r.a.) başından savar. Kendi yaranına dönerek: "Aman ona ilişmeyiniz. Bu hiddetle varıp Müslüman olur. Onunla Muhammediler kuvvet bulur" diye nasihatta bulunur. Ebu Cehil, Hazreti Hamza'yı (r.a.) Muhammedilik gayretine düşürmemek için başı yarılmış iken dahi ondan intikam almak sevdasına düşmemiştir.

Bu hadiseden sonra doğru Fahr-i Kainat (s.a.v.) Efendimiz'in huzuruna varan Hz. Hamza (r.a.) Ebu Cehil ile aralarında geçen macerayı anlatarak Efendimiz'i teselli etmek ister. Sevgililer sevgilisi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz ise amcasına karşı "Ancak kendisinin iman etmesiyle teselli bulacağını, memnun olacağını" söyler. Sevgili amca Hz. Hamza (r.a.) derhal kelime-i şehadeti getirip İslâm ile şereflenir.

Onun İslâm'a girmesiyle Müslümanlar kuvvet bulur. Resûlullah'ı (s.a) himaye edeceğini Kureyş'e ilan eder.

İSLAM'IN İLK SANCAKTARI

Resûlullah'ın (s.a.v.) eline sancak verdiği ilk Müslüman Hazreti Hamza (r.a.)'dır. O Bedir'de, Uhud'da nice kahramanlıklar göstermiştir. Meydana çıkınca bir hamlede hasmını öldürür ve Kureyş ordusunun içine dalardı. O zaman savaşlar karşılıklı mübareze şeklinde olurdu.

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Bedir'de "Kalk ya Ubeyde! Kalk ya Hamza! Kalk Ya Ali!" diye buyurunca; arslanlar gibi üçü birden kalkıp meydana atılırlar.

Hz. Ubeyde (r.a.) Kureyş'ten Utbe'ye, Hz. Hamza (r.a.) Şeybe'ye, Hz. Ali (r.a.) Velid'e karşı yürürler. Bunlar Araplar'ın en bahadırlarıdır. Hz. Ubeyde ile Utbe bir-iki hamle eyleyip birbirini yaraladılar ise de biri diğerinin işini bitiremez. Hz. Hamza (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) hasımlarını bir hamlede öldürürler. Dönüp Hz. Ubeyde'ye (r.a.) yardım ile Utbe'nin de işini bitirirler.

ŞEHİTLERİN EFENDİSİ

Hz. Hamza (r.a.) Uhud'da da büyük kahramanlıklar göstermiştir. Kureyş'in en bahadırlarından otuz kadarını tepelemiş kendisi de yirmiden fazla yara almış, ve nihayet Vahşi'nin attığı mızrak ile şehid olmuş, Uhud'a damgasını vurmuştur. O Uhud ile özdeşleşmiş, Uhud onu sevmiş, o da Uhud'u; Her ne zaman Uhud anılsa "Şehitlerin Efendisi" (Seyyidü'ş-Şüheda) Hz. Hamza (r.a.) da anılır olmuştur.

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şehitlere bakmak için Uhud vadisine iner. Ashabının yüzlerini teker teker inceler. Sevgili amcasını görünce dişlerini sıkar, gözlerini kapatır ve için için insanlığın bu derece vahşiliğe nasıl düşebileceğini düşünür. Bir ölünün organlarının parçalanmasını tasavvur edemez. O güne kadar hiç öfkelendiği görülmeyen Sevgili Peygamberimiz ashabıyla intikam almak üzere ahdederler. Bu olay üzerine Cenab-ı Hak, Habibini tesliye, terbiye, ve tebliğ için şu ayetleri indirir:

"Rabbının yoluna, hikmet ve güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel şekilde mücadele et. Doğrusu Rabbın, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir. Eğer ceza vermek isterseniz, size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz andolsun ki bu sizin için daha iyidir. Sabret. Onlara üzülme. Kurdukları düzenlerden de endişe etme. Allah şüphesiz sakınanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdirler." (NahI, 125-128)

Bu âyetlerin böyle bir hadiseden sonra, bu yerde nazil olması Allah'ın (c.c) Hz. Hamza'ya (r.a) en iyi ikramı idi. Cenab-ı Hak şefaatlerine mazhar eylesin. Amin.

 

 

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi13
Bugün Toplam725
Toplam Ziyaret3708922
VİDEOLAR
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.316232.4457
Euro34.624434.7632
Takvim